Uluslararası göç denildiğinde akıllara küresel Güney ve Doğu’dan Batı’ya ve Kuzey’e göçün gelmesi olağandır. Bu, aynı zamanda geniş tanımıyla ‘siyahların’ yine geniş anlamıyla ‘beyaz’ ülkelere ulaşma çabası olarak da okunuyor. Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan Avrupa, Kuzey Amerika ve Okyanusya kıtalarına doğru çok uluslu bir kitlesel hareket: Göç imgemiz böyle. Oysa tarihte bunun tersi yönde göçler de söz konusuydu. Bu metin, modernleşmeyi önceleyen Orta Çağ’da Avrupa’dan Asya ve Afrika yönüne özellikle de Orta Doğu’ya yönelen hac, seyahat ve göç hareketleri üzerinde yoğunlaşacak.
HIRİSTİYAN HACILAR
Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı içine alan Eski Dünya’nın geniş coğrafyasına bin beş yüz yıla yakın bir süre egemen olan Roma İmparatorluğu’nun MS 380 yılında Hıristiyanlığı resmi din olarak benimsemesiyle birlikte, hac amaçlı nüfus hareketlerinde bir artış gerçekleşti.
Daha öncesinde de tüccarlar ve seyyahlar imparatorluk toprakları boyunca meşhur Roma yolları üzerinde seyahat etmekteydi. Ayrıca Kudüs’teki tapınağa ulaşmak isteyen Yahudi hacılar ve İsa’nın çarmıha gerildiği topraklara ayak basmak isteyen Hıristiyan hacılar da elbette mevcuttu. Ama kutsal topraklara hac fikri ve imkanı, Roma’nın Hıristiyanlaşmasıyla birlikte yaygınlaştı.
Başlangıçta kutsal toprak hacıları, varlıklı kesimlerden oluşuyordu. Binlerce kilometre kat ederek Kudüs’e ulaşmak ve geri dönmek, aylar süren bir ‘tatil’ planı ve devasa kaynaklar gerektiriyordu. O kadar çileye katlanmak yerine günahlarından arınmak için kendi adına uşağını hacca gönderen Orta Çağ lordları bile kayıtlarda mevcut. Orta ve aşağı sınıftan günahkarlar için bizim kültürde türbeler ve ziyaretler olarak bildiğimiz daha ekonomik hac imkanları vardı. İngiltere’de Canterbury Katedrali, İspanya’da Santiago de Compostela Katedrali ve İtalya’da Roma-Vatikan bu yüzlerce ulaşılabilir kutsal yer arasında en ünlüleriydi. Kutsal topraklara yani Kudüs’e gitmek bir ayrıcalıktı ve her babayiğidin harcı değildi. (Babayiğit demişken, Kudüs hacıları arasında başından itibaren kadınların da olduğu, yobaz Hıristiyan hacıların bu konuda Kilise otoritelerine yazdığı birçok şikayet mektubundan anlaşılıyor. Yani buradaki ‘babayiğit’ kelimesi, cinsiyetçi çağrışımından farklı anlamda kullanılmıştır.)
Kutsal topraklara haccın iki rotası vardı: Karadan ve denizden. Sert doğa koşullarıyla mücadele ederek Alpler’i geçmek, her iki rotayı seçenler için de büyük sorun oluşturuyordu. Karadan gidenler, Avrupa’yı bitirince Balkanlar’da büyük zorluklarla karşılaşıyorlardı. Hacılar, Konstantinopolis’e vardıklarında rahat bir nefes alıyor, buradan Anadolu içlerine doğru tekrar yola koyularak Antakya’ya oradan da Levant’a geçiyorlardı. Deniz yolunu tercih eden hacılar, kıta Avrupası ve Britanya’nın her yanından yola çıkarak Roma’yı ziyaret eder ve ardından Venedik’te toplanırlardı. Buradan gemilerle yola çıkılır ve Kıbrıs’ta mola verildikten sonra Jaffa (Yafa) ya da İskenderiye limanlarından birine doğru yolculuk devam ederdi. Bu gemi yolculuğu beş hafta sürer ve oldukça zorlu geçerdi. Son durak olan Kudüs ve civarında (Filistin) genellikle iki ila altı hafta geçirdikten sonra çileli bir dönüş yolculuğu başlardı.
Haccın ekonomisi, zamanımızın turizm sektörü gibi oldukça karlıydı. 2 bin 500 kilometre civarında ölçülebilen uzun bir güzergah boyunca konaklama tesisleri (hanlar) oldukça iyi iş yapıyorlardı. Yoksul hacılar manastırlarda konaklayabiliyorlardı. Kudüs ve Filistin, hac nedeniyle de refah içinde bir coğrafya haline gelmişti. 7’nci yüzyılda bölgeyi ele geçiren Müslüman Araplar, bu sektörü sürdürmekte hiçbir sakınca görmedi. Hıristiyanların Müslüman kontrolündeki topraklara hac ziyaretlerinin devam etmesine izin verdiler. Bazı tatsızlıklar yaşanmıyor değildi. Örneğin, Fatımi Halifesi el-Hakim bi-Amr Allah, Kutsal Kabir Kilisesi’nin yıkılmasını emretti; ancak onun yerine geçen Emir, Bizans İmparatorluğu’nun kiliseyi yeniden inşa etmesine izin verecekti.
Bütün tarihi kaynaklar Selçuklu Türklerinin Anadolu’da kontrolü ele geçirmesiyle birlikte bu ‘turistik’ dengelerin değiştiğini gösteriyor. Selçuklular, Orta Asya menşeli bir mülteci akınıyla birlikte gelmişlerdi. 10’uncu yüzyıldan itibaren Türkler Anadolu ve Mezopotamya’ya yerleşmeye başladılar. Selçuklular yalnızca Bizans’ı ve Konstantinopolis’i tehdit etmekle kalmadılar aynı zamanda Anadolu’daki ticaret ve hac yollarında terör estirmeye başladılar. Haçlı seferlerinin en önemli gerekçelerinden biri buydu. 11’inci yüzyılda bir Selçuk beyi, Fatımilerin kontrolündeki Kudüs’ü fethedince hac güvenliği de ortadan kalkmış oldu.
HAÇLI SEFERLERİ
Papa, 1095 yılında haçlı seferi çağrısını yaptı. 1096’da ‘halk haçlı seferi’ adı verilen bir trajedi yaşandı. Bu, hacı ile haçlının birbirine karıştığı bir vakaydı. Avrupa’yı köy köy dolaşarak on binlerce yoksulu ardına toplayan bir keşiş, (Peter) hac güzergahı boyunca işgal ve yağma yaparak Konstantinopolis’e ulaştı. Oradan hemen Anadolu’ya geçtiler ve pek fazla yol kat edemeden Selçuklu birliklerinin saldırısıyla tamamen imha edildiler.
Asıl Haçlı Seferi 1097’de başladı ve yol boyunca uzun çarpışmalar sonucu 1099’da Kudüs kuşatılarak ele geçirildi. Büyük katliam ve yağma gerçekleşti. Levant boyunca ve Filistin’de Edessa (Urfa), Antakya, Trablus ve Kudüs devletleri kuruldu. 200 yıl süren haçlı egemenliği boyunca Anadolu rotası neredeyse bütünüyle kapandı ama hac popülerleşti. Venedik-Yafa rotasında artık yoksul hacılar da seyahat edebiliyordu.
Haçlı devletleri ve Kudüs Krallığı hiçbir zaman tam güvenli ülkeler olmasalar da Avrupa’dan göç aldıkları biliniyor. Hacdan dönüş esastı. Hacı olarak kalan yaşamını sürdürmek ise önemli bir ayrıcalıktı. Ama gerek gidiş gerekse dönüş yolunda büyük fireler verildiği de biliniyor. İklim koşulları, soygun çetelerinin saldırıları ya da hastalıklar en önemli ölüm nedenleriydi. Bir de kutsal topraklara ulaştıktan sonra geri dönmeyip orada yerleşmeye karar verenler vardı. Avrupa’dan Orta Doğu’ya doğru Haçlı Seferleri sonucu artan nüfus hareketliliği, Hıristiyan kitleler içinde geri dönmeyip kalanlar ve yerleşenler olması sonucunu getirdi. Kudüs, Filistin ve Levant liman kentlerine yerleşerek hanlar açıyor, dindar olanlar manastırlar kuruyorlardı. Ayrıca bölgede iş kurarak yerleşenler de çoktu. Bölgenin zaten başından beri büyük bir Koptik (Kıpti), Asuri ve Ortodoks nüfusu vardı. Aslında Haçlı Seferleri öncesinde Levant, Filistin ve Mısır nüfusu içinde Hıristiyanlar çoğunluktaydı. Avrupalı Hıristiyanlardan bazıları bölgeye yerleşerek bu kesimlerle kaynaştılar. Toplamda, Avrupa-Orta Doğu arası adeta bir mülteci akını gerçekleşmişti.
Haçlı Seferleri sırasında çok sayıda Avrupalı hacı ve asker, günümüz İsrail’ini, Filistin ve Suriye’yi, Lübnan ve Ürdün’ün bazı kısımlarını kapsayan kutsal topraklara seyahat etti. Bu hacılar Kudüs’e giderken sıklıkla çeşitli bölgelere geçici veya yarı kalıcı olarak yerleştiler. Bazıları hac yolları üzerinde veya stratejik öneme sahip alanlarda topluluklar veya tahkimatlar kurarak, arkalarında izler bıraktılar:
“Orta Doğu’ya yapılan Haçlı Seferleri, Orta Çağ Avrupa tarihinde çok önemli bir dönemdi. 12 ve 13’üncü yüzyıllarda yüzbinlerce Avrupalı ya askeri seferlerle, hacı olarak ya da ticaret amacıyla Doğu Akdeniz’e seyahat etti. Birçoğu oraya yerleşti ve şu anda Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Ürdün ve Kıbrıs’ın bir parçası olan kıyı boyunca karada kurulan Frenk devletlerinde yaşamayı sürdürdü.” (Mitchell and Millard)
Haccın, Haçlı Seferleri’nin ve bölgede kurulan Hıristiyan krallıkların, iki yüzyıl gibi görece kısa bir dönemi kapsasa da kalıcı sonuçları olduğu söylenmelidir. Günümüzde ters yönde yaşanan göç ölçeğinde olmasa da o günün toplam insan nüfusu dikkate alındığında, Orta Çağ’da Avrupa’dan Orta Doğu’ya yapılan hac, seyahat ve askeri seferlerin, büyük bir göç ve yerleşim hareketi olduğu sonucuna varmak mümkündür.
Yukarıda alıntılanan araştırma, Kudüs Haçlı Krallığı’na ait iki popülasyon içinde, kimin Avrupa’da doğduğunu, kimin Orta Doğu’dan geldiğini tespit etmeye çalışıyor.
“Haçlı topraklarından çıkarılan iskelet kalıntılarından diş minesi üzerinde oksijen ve stronsiyum kararlı izotop analizleri yapıldı. (Günümüzde İsrail sınırları içinde bulunan) Caesarea (Kayserya) şehrinin nüfusu içinde Avrupa doğumlu bireylerin (muhtemelen 19/20, ama en az 13/20) hakim olduğu ve az sayıda yerel halkın bulunduğu saptandı. Yerel halkın çok daha yüksek bir oranı oluşturması beklendiği için bu şaşırtıcıydı… Bu bulgular ışığında, Haçlılar döneminde Levant kıyısındaki Orta Çağ şehirlerindeki nüfus sosyal yapısına ilişkin geçmiş tahminleri artık yeniden düşünmeliyiz.” (Mitchell and Millard)
Kültürlerarası etkileşimlerle ilgili tarihsel kayıtlar ve araştırmalar, Haçlı Seferleri sırasında Avrupalı yerleşimciler ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki yerel halklar arasında karma evlilikler ve kültürel alışveriş örneklerinin olduğunu gösterir. Geleneklerin ve uygulamaların harmanlanmasıyla sonuçlanan belgelenmiş evlilikler ve kültürel asimilasyon vakaları vardır. Bu etkileşimlerin ve yerleşimlerin kesin boyutu, tarihi belgelerin sınırlılığı nedeniyle somut sayılarla ölçülemese de mimari kalıntılar, tarihi metinler ve arkeolojik bulgular, Orta Doğu ve Mısır civarında Avrupalı yerleşimcilerin varlığına ve etkisine dair kanıtlar sağlıyor. Bu etkileşimler, Haçlı Seferleri’nin ardından da varlığını sürdüren karmaşık bir kültürel alışveriş ve miras dokusuna katkıda bulundu.
Günümüzde asimilasyon ya da entegrasyon gibi adlarla da anılan mültecilerin içine geldikleri kültüre uyum sorunlarının o dönemde de yaşanmış olması olağandır. Yalnızca Doğu Kiliseleri ile Latin Kilisesi arasındaki inanç ve ibadet farkları değil Müslümanlıkla etkileşimde de ilginç sonuçlar oluşmuştu. En ilginç örnek, Tapınak Şövalyeleri’nin Müslümanlığa asimile oldukları iddiasıdır. Bu iddia birçok kaynakta geçer. Fatımiliğin sapkın ya da militan bir kolu olarak bilinen Haşhaşilerle Tapınak Şövalyeleri’nin birlikteliği yalnızca Abbasi hilafetine ve Selahaddin’in iktidarına karşı bir siyasi ittifaktan ibaret kalmamıştı. Aynı zamanda tasavvufi inanç geçişliliği de söz konusuydu ki Şövalyelerin Hıristiyan rakipleri onları Muhammedi olarak da adlandırmaktadır.
Orta Çağ nüfus hareketleri içinde önemli bir yer tutan bu hac ve göç hikayesi, zamanımızda pek anılmaz. Ya da bu nitelikleriyle pek bilinmez. Çünkü modern tarihi başlatan çok daha büyük ölçekli bir Avrupa’dan dışarı göç hamlesinin gölgesinde kalır. Yeni Dünya’nın keşfiyle birlikte (1500’lü yıllardan itibaren) Avrupa’dan kolonilere yerleşim hareketi başlayacak, bu kitlesel hareket 19’uncu yüzyılda hız ve ölçek kazanacaktı. Bir araştırma, 1800 ile 1930 yılları arasında yaklaşık 48 milyon insanın Avrupa’yı terk ettiğini belirtiyor (Massey et. al., 1998). Bu yerleşimci göç dalgasının bir başka özelliği de Afrika ile Yeni Dünya arasında köle ticareti olmuştur. 16’ncı yüzyıldan 19’uncu yüzyıl ortalarına kadar 10 milyondan fazla Afrikalı insan zorla Amerika kıtasına köle olarak yerleştirilmiştir (Afani, 2013.) Modern yerleşimci göç, Avrupa’nın dünyanın büyük bir bölümü üzerinde egemenlik kurmasını sağladı. Avrupalı yerleşimciler, beraberlerinde yeni bakteriler ve hastalıklarla birlikte sistematik şiddeti ve toplu katliamları getirdiler. Yerli topluluklar ya da özgün halklar, bağlı oldukları topraklar üzerindeki haklarını ve erişimlerini kaybederek hızla yok olurken Batılı yerleşimci topluluklar büyüyerek çoğaldı ve çeşitlendi.
MÜSLÜMAN MÜLTECİLER
Orta Çağ ve modern tarih, Avrupa’dan dışarı çok büyük göçlerle gelişti. Modern zamanlara hızla ilerleyince, demografik akışın yön değiştirdiğine tanık olduk. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’ya eski kolonilerden ve kıtanın çeperlerinden ‘misafir işçi’ (Gastarbeiter) alımıyla başlayan yeni süreç, özellikle son elli yıldır başka bir çehre kazandı. Asya, Afrika ve Latin Amerika kıtalarında çatışma, siyasi istikrarsızlık, savaş, ekonomik zorluklar ve zulüm, önemli sayıda mültecinin Avrupa’da sığınma arayışına girmesine neden oldu. Yakın zamanda göç nedenleri listesine küresel ısınmanın da eklendiğine tanık oluyoruz. İnsanların Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan güvenlik ve daha iyi bir yaşam şansı arayışıyla -çoğunlukla da Orta Çağ hac rotaları üzerinden- Avrupa yönünde kitlesel hareketi, küresel göç olgusunda gelinen aşamanın göstergesi. Bugün Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan gelen mülteciler, Batı kamuoyunun önemli bir kesimi tarafından istenmeyen yabancılar olarak görülüyor. Herkes mülteci akınından hatta Müslüman işgalinden şikayetçi. Hem devletlerin göçü engelleyici ve caydırıcı uygulamaları hem de Batılı toplumlarda artan yabancı düşmanlığı, Küresel Güney ve Doğu’dan gelmeyi başaran insan kitlelerinin hiç de misafirperver bir ortamla karşılaşmamaları sonucunu doğuruyor. Oysa Orta Çağ’daki ataları, o insanların topraklarına hacı ya da mülteci olarak ulaşıp yerleşmek uğruna ne kadar emek harcamışlardı.
Bu metnin kaçınılmaz olarak yaptığı ikinci çağrışım, söz konusu coğrafi bölgede (kutsal topraklar) günümüzde çok vahşi bir çatışma ve kıyım sürecinin yaşanmakta olmasıdır. İnsan nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan semavi dinlere mensup kavimlerin her birinin ayrı ayrı kutsal saydığı topraklar üzerinde birbirlerinin boğazına sarılmış olmaları, Orta Çağ tarihinde bile bu boyutlarda yaşanmamıştı. Müslüman yönetimler Hıristiyan hacılara genellikle zulmetmediler. Yahudi nüfus, kutsal topraklarda Müslüman yönetim tarafından da Haçlı yönetimler tarafından da çoğunlukla hoşgörüyle kabullenildi. Kavimler ve inançlar barış içinde bir arada yaşamanın yollarını o çağlarda da nihayetinde bir şekilde bulmayı bilmişlerdi. Zaten o topraklara savaş değil huzur yakışıyor.
*Siyaset Bilimci